Gençliği ve Eğitimi | rifai.org | Rifai Sufi Web Sitesi

Rifai .org / Hz. Pir Necmeddîn Kübrâ

Rifai Sufi Web Sitesi

Gençliği ve Eğitimi

Necmeddîn Kübrâ Hazretleri’ne, gençlik yıllarında sergilediği, ilmî konulardaki kuvvetli zekâsı ve tartışma gücü sebebiyle, hocası veya arkadaşları tarafından “et-Tâmmetü’l-Kübrâ” lâkabı verilmiştir. Tasavvufî hayata yönelişinden önceki bu dönemlerde o, ilim tahsiline çok düşkündü. Münâzara ve münâkaşaya girdiği tüm alimlere galip geliyordu. Bu sebeple kendisine, Kur’ân-ı Kerîm’deki “Her şeyi bastıran o büyük felâket geldiği zaman” (Nâziât, 79/34) âyetinden ilham alınarak, “büyük yumruk, şiddetli darbe ve büyük felâket” anlamlarına gelen “et-Tâmmetü’l-Kübra” lâkabını verilmiştir. Zamanla “Tâmme” kelimesi unutularak “Kübrâ” nisbesi ile anılır olmuştur. Şeyhin künyesi ise “Ebu’l-Cennâb” dır. “Korkanların, çekinenlerin babası” anlamına gelen bu künyeyi, hadis tahsili sırasında gördüğü bir rüyada Necmeddîn Kübrâ Hazretleri’ne bizzat Hz. Peygamber vermiştir. Tasavvufî hayata yönelişinin ve bir mürşid-i kamil arayışına girişinin, bu tecrübe neticesinde olduğu söylenir. Necmeddîn Kübrâ Hazretleri bu olayı şöyle nakletmiştir:

“Hâfız Silefî İsfahânî’den İskenderiyye’de hadis dinliyordum. Bu yaşlı âlim mezhebde Şâfiî, i’tikadda Selefî idi. Yaşı yüzün üstündeydi. Yine gaybet hâlinde olduğum bir sırada Resûlullah’ı, yanında ikinin ikincisi (Hz. Ebû Bekir) olduğu halde benimle oturur bir vaziyette gördüm. O kadar ki dizi dizime değdi. O anda bana, her gün Kur’ân-ı Kerîm’den onun için okuduğum çeşitli virdlerimin olduğu ilhâm edildi. Hemen virdimi okumaya başladım. Bitirince, Resûlullah bunu çok iyi bulduğunu ifâde ederek, “İşte böyle gündüz hadis dinle, gece de Kur’ân oku” dedi. Daha sonra kendisinden künyemi sormam ilhâm edildi ve sordum: “Ya Resûlallah, benim künyem Ebu’l-Cenâb mıdır, yoksa Ebu’l-Cennâb mıdır? Benim nefsim Ebu’l-Cenâb şeklinde olmasını istiyor.” Resûlullah “Hayır, künyen Ebu’l-Cennâb’dır” dedi. O zaman yanındaki arkadaşı da “Evet, ya Resûlallah o Ebu’l-Cennâb’dır” diye tasdîk etti. İşte bu iki isim dünya ve âhiretin sırrına sahiptir. Eğer Ebu’l-Cenâb deseydi, ben dünyâya sahip olacaktım. Ebu’l-Cennâb dediği için, Allah’ın izni ile ikisinden de uzak kalıyorum.”

Necmeddîn Kübrâ gençlik yıllarında hadis tahsiline çok meraklıydı. Bu yüzden yirmili yaşlarda memleketi Harezm’den ayrılıp Nişabur, İsfahan, Hemedân, Tebrîz ve İskenderiyye gibi devrin önemli ilim merkezlerini dolaşmış ve çeşitli âlimlerden dersler almıştır. Hemedân’dayken Ebu’l-Fazl Muhammed b. Süleyman b. Yûsuf’tan Kuşeyrî Risâlesi’ni okumuştur.

Otuzbeş yaşlarında olduğu sırada, Tebrîz’de Şerhu Muhyi’s-Sünne adlı bir hadis kitabını tahsil ederken, tanımadığı bir dervişle karşılaşmış, onun nazarının etkisiyle, hâli tamamen değişmiştir. Bu derviş, Baba Ferec Tebrîzî’dir. Baba Ferec Tebrîzi, Necmeddîn Kübrâ Hazretleri’ne kaftanını giydirerek şöyle der:  “Sana defter okuyacak vakit değildir. Cihân defterinin başı olma vaktindir.” Bu işaret üzerine Necmeddîn Kübrâ Hazretleri ilim tahsilini bırakarak, tüm vaktini riyazet ve halvetle geçirmeye koyulur. Kendisine ledünnî ilimler ve gaybî vâridler zuhûr etmeye başlar.

Bir süre sonra Tebrîz’den ayrılıp yolculuğa çıkan Necmeddîn Kübrâ Hazretleri, Hûzistan’a varınca hastalanır ve Şeyh İsmail Kasrî’nin dergahına sığınır. Burada yaşadıklarını şöyle anlatır:

“O zamanlar semâ’ın şiddetli muhâlifi idim. Sûfîlerin semâ’ meclislerinden incindiğim kadar hastalıktan incinmezdim. Bir başka yere gitmeğe de gücüm yetmiyordu. Bir gece, Şeyh İsmail semâ’ halindeyken başımın ucuna geldi ve “Kalkmak ister misin?” dedi. Ben de, “Evet” dedim. Elimi tuttu, bir kenara çekti ve semâ’ halkasının ortasına iletti. Bir müddet beni devrettirdi. Daha sonra bir duvara dayadı. ‘Şimdi düşerim’ diye içimden geçti. Kendime geldiğim zaman sağlığıma kavuştuğumu gördüm. Vücudumda hiç hastalık kalmamıştı. İçimde ona mürid olma arzusu belirdi. Ertesi gün şeyhin hizmetine vardım, irâdet elini tuttum, sülûk ile meşgul oldum. Bir müddet orada kaldıktan sonra bende bâtınî hallere vukuf hâsıl oldu. Bir gece hâtırıma şöyle bir şey geldi: ‘Bâtın ilminden haberdâr oldun. Zâhir ilmin ise şeyhinden çoktur.’ Sabahleyin Şeyh İsmail beni çağırdı: ‘Hemen yolculuğa çık, Ammâr-ı Yâsir’in yanına gitmen gerekir’ dedi. Şeyhin bu sözleriyle, benim içimden geçene vâkıf olduğunu anladım.

Şeyh Ammâr’ın huzuruna vardım ve orada bir müddet sülûk ile meşgul oldum. Yine bir gece hâtırıma bir şeyler gelmişti. Sabah olunca Şeyh Ammâr: ‘Necmeddîn, kalk Mısır’a git, Ruzbihân’ın hizmetine gir. O senin varlığını bir sille ile dimağından çıkarıp atsın’ dedi. Bunun üzerine kalkıp Mısır’a gittim. Dergâha girdiğim zaman şeyh orada değildi. Müridlerin hepsi murâkabe halindeydiler. Kimse benimle ilgilenmedi. Orada başka birisi vardı, ona ‘Şeyh hangisidir?’ diye sordum. ‘Şeyh dışarıda abdest alıyor’ dedi. Bunun üzerine ben de dışarı çıktım. Ruzbihân’ın az miktar bir su ile abdest aldığını görünce içimden: ‘Bu kadar su ile alınan abdestin sahih olmadığını şeyh bilmez mi acaba?’ dedim. Şeyh abdesti tamamladıktan sonra elini yüzüme silkti, su yüzüme dokununca bende bir hâl oldu. Şeyh dergâha girdi, ben de arkasından onu takip ettim. Şeyh Ruzbihân’ın namazını bitirmesini beklerken kendimi kaybettim. Bu esnada, kıyâmetin koptuğunu, cehennemin kurulduğunu, insanları tutup oraya attıklarını ve bu ateşe giden yolda bir serginin olduğunu gördüm. Bir zât onun üzerinde oturmuş, ‘Ben bu şahsa bağlıyım’ diyen herkesi alıkoyuyor, diğerlerini ateşe bırakıyordu. Nihâyet beni de tutup çektiler. Yanlarına vardığım zaman ‘Ben buna bağlıyım’ dedim, beni de bıraktılar. Daha sonra bir tümseğe çıktım. Bir de ne göreyim! Oradaki şahıs Şeyh Ruzbihân’dır. Önüne vardım, ayağına kapandım. En¬seme öyle kuvvetli bir sille vurdu ki yüzükoyun yere düştüm. Bana şöyle dedi: ‘Bir daha Hak ehlini inkâr etme!’  Yüzüstü düşünce, o gaybet halinden uyandım. Şeyhim de namazını kılmış selâm vermişti. İleri gidip ayağına kapandım. Bu sefer şeyh, vâkıada olduğu gibi enseme bir tokat daha vurdu ve az önceki ikazını tekrarladı. Netîcede bu mânevî hastalık içimden çıkıp gitti. Bundan sonra bana, ‘Geri dön, Şeyh Ammâr’ın hizmetine gir!’ dedi. Ben de döndüm. Şeyh Ammâr’a da şöyle bir not göndermişti: ‘Sende ne kadar bakır varsa bana gönder, hâlis altın yapayım, tekrar sana göndereyim.’”

Kübreviyye